Alkali Beslenme ve Kanser --Cengiz Unutmaz

Kanser cresi

Kanser hücreleri aslında vücudumuzdaki en basit yam formlarıdır. Sağlık hücrelerin yaptığı yüksek teknoloji diyebileceğimiz çalışma biçimini terk ederek gün boyunca “nefeslerini tutarak” sadece beslenip ve büyümeyi seçerler. Nefeslerini tutarak dememizin sebebi kanser hücrelerinin yamak için fazla bir oksijene ihtiyaç duymaması ve bu oksijensizliğin aslında onların varolma sebebi oluşudur.

Peki, sağlık bir hücrenin daha düşük bir yam formunu seçmesinin nedeni nedir? Bu soruya sadece ve sadece doğanın ilk kuralı olan “yaşanı devam ettirebilmek için cevabı verilebilir. Eğer vücut hücrelerimiz yeterli oksijen alamazsa sadece iki seçenekleri olur; ya boğulup, zehirlenerek ölmek ya da az oksijenli bir ortamda yayacak şekilde kendilerini değiştirmek; yani bir kanser hücresi olmak.

pH Değeri ve Kanser

“Potansiyel Hidrojen“ sözcüklerinin kısaltması olan pH, herhangi bir solüsyon içerisindeki hidrojen iyon konsantresini gösterir. 1 ile 14 arasında bir değer olan pH skalasında 7 nötr (yüksüz) kabul edilir ve H2O formülü ile bildiğimiz su molekülünündeki pozitif değerli “H+” ve negatif değerli “OH-“    iyonlarının eşit  yüklerde (dengede) olduğu konumdur. Eğer  “H+” iyonları fazlalık gösterirse solüsyon “asidik” olarak adlandırılır ve fazlalığına göre 1 6.9 arasında bir değer alır. Eğer “OH-“ iyonları fazlalık gösterirse (dolası ile oksijen) o zamanda solüsyon “alkali” olarak adlandırılr ve 7.1 14 arasında bir değer alır. pH değerinin 7,365 olması kanımızı “alkali” olarak değerlendirmemizi sağlar, yani yaşam formumuz “alkali” dir.

Vücudumuzdaki tüm hücreler bir pil gibi düşünülebilir. Bu pil ihtiyacı olan tüm yakıtları alıp artıklarını dışarıya atabilmek için  yaklaşık 90  milivoltluk bir  elektrik yüküne sahiptir. Bu elektrik yükünde hücrenin içerisine glikozu taşıyan potasyum ile oksijeni tıyan sodyum, magnezyum ve kalsiyum birlikte girebilirler. Sağlıklı bir hücrenin güç istasyonu olan mitokondrisinde karbonhidratın oksijen yardımı ile yakılması ile enerji oluşur ve kalan artık maddeler atılır. Bu n aynı zamanda hücre pH değerini 7.35 olarak sabit tutar. Oksijen yakımı ile enerji üretimi döngüsünün verimliliği ise potasyuma dayalıdır. Hücresel zarda bulunan “pompa” lar ise düzgün çalışmak için magnezyuma ihtiyaç duyarlar. Bu pompalar içeriye potasyum pompalarken dışarıya da sodyum çıkartırlar.

Modern beslenme düzenimizdeki sodyum fazlası ve potasyum azlığı, yeterli magnezyum almamamız  ile  de  birleşince    hücredeki  enerji  düşüşü  hücremizin  elektrik  yükünü  90 milivolttan 40 milivoltlara kadar düşürerek artık sadece potasyum yani glikozun girine izin vererek oksijeni taşıyan minerallerin yolunun kapanmasına sebep olur.
Oksijeni olmayan bir hücre pH dengesini kaybederek asidik konuma geçer çünkü bu anormal metabolik durum glikoz ile bir fermentasyona yol açarak laktik asit oluşumuna da sebep olur. Laktik asit ise hücre pH ını 6.5 in altına çeker, DNA formasyonunu bozar ve RNA mesajlamasını değiştirerek hücrenin büyüme kontrol yeteneğini siler,  başka bir açıklama ile hücrenin enerji düşüşü, “P53” adı verilen ve enerji ihtiyacı yüksek olan DNA onarım geninin yetersiz enerjiden kapanmasına fakat “ras” adı verilen hücre çoğalma kontrol geninin şük enerjide de çalışabilmesinden dolayı işleme devam ederek hücreyi kanser hücresine çevirmeye başlamasına sebep olur.

Beslenme ile Asitleşme

Vücudumuzda bulunan en kuvvetli asitler olan sülfirik asit, fosforik asit ve nitrik asit protein alımı fazlalılığından oluşur çünkü protein vücudumuzda bölünmeye uğradığında bu asitleri oluşturur. Günlük ortalama 40 gr. tüketimi önerilen protein fazlasının oluşturduğu asitlerin böbreklerimiz dışında vücudumuzdan atılma yolu yoktur çünkü yediğimiz limon ve sirkede bulunan asetik asit ve tartarik asit gibi zayıf asit türlerinde olduğu gibi vücudumuzun bu asitleri su ve karbondioksit olarak çözümlemesi mümkün değildir. Fakat sorun bu asitlerin

kuvvetli asit formunda böbreklerden atılamayacağı çünkü yollarının üzerindeki tüm organları yakacıdır. Bu nedenle vücudumuz en değerli minerallerinden vazgeçerek bu asitlerle birleştirip nötr tuzlar halinde dışarıya atar. Sodyum, potasyum, magnezyum ve kalsiyum gereksiz yere harcanır; örneğin kemiklerimizdeki kalsiyum sülfürik asit ile birlerek kalsiyumsülfat oluşturur. Sonuç olarak anlıyoruz ki ne kadar fazla protein, o kadar fazla mineralsiz, zayıf ve “asidik” vücut. Birkaç takviye mineral tableti alıp sorunu çözebiliriz diye düşünebilirsiniz ama YANLIŞ !!! çünkü vücudumuz sadece SEBZE ve MEYVE lerden alınan mineralleri  hücrelerimiz  için  kullanabilir,  başka  bir  deyle;  ORGANiK  mineraller vücudumuzun kullanabileceği tek mineral tipi olup, kayalardan elde edilen inorganik minerallerin kullanılmasına vücudumuz uygun değildir. Örneğin bir bitkiden alacağınız sodyum, sofra tuzundaki sodyumdan çok farklıdır ve bütün sofra tuzunu yeseniz bile hücreleriniz sodyum eksikliği çekebilir çünkü inorganik mineraller vücudumuzun tamamen değişik foksiyonlarına hizmet ederler.

Kanser hücrelerinin bir marifeti de bağışıklık sisteminin kendilerini tanımasını ve müdahale etmesini zorlaştırmak için etrafları sağlık bir hücre zarının 15 katı kadar kalınlıkta “fibrin” adı verilen bir protein örtüsüyle kaplamış olmalarıdır. Hayatımız boyunca vücudumuzda oluşan ve her seferinde pankreasımız tarafından salgılanan bir enzim olan “pankreatin” tarafından yokedilen kanser hücrelerinin bu kalın duvarının kılması pankreatin içeriğindeki tripsin ve kimotripsin enzimleri sayesinde olur. Et yemenin bağışıklık sistemine hiçbir katkısı bulunmadığı gibi  tam  tersine  zararları  bulunmakta,  et  proteinleri  bağışıklık  sistemimizin kanser hücrelerine müdahalesi için gerekli olan kripsin ve kimokripsin enzimlerini kullanıp yoketmektedir. Sebze proteinleri ise bu enzimleri kullanmamaktadırlar.

Yediğimiz "organik" yiyeceklerimizde bulunan "canlı" enzimler ısı 41 C sınırını geçtiği zaman canlılığını kaybeder ve ne pankreasımıza ne de bağışıklık sistemimize faydalı olamazlar. Ayrıca cudumuz yaşamsal önemi bulunan asit/alkali balansı korumak zorunda olduğundan, 7.4 olan alkalik pH dengemizi kronik asitlmeye doğru adım adım götüren işlenmiş gıdalar, fast food, kızartmalar, mandıra ürünleri ve tam pirilmiş yiyecekleri hayatımızdan çıkartarak mümkün olduğunca çiğ veya canlı enzimleri kaybolmadan buharda ısıtılmış taze sebze, yil salata veya meyveye dayalı Çiğ” (Raw Food) beslenme tarzı, kanser bakış açısından te bu temellere dayanmaktadır.

Çiğ Beslenmeye İlk Adım

Çiğ beslenme tarzı ağırlık bir diet uygulamanın sözde “gelmiş toplum yapısının yarattığı “fast food” ve “yüksek fruktozlu mısır şurubu” merkezli bir tad alma duygusuna baskın gelmesinin zorluğu ortadadır. Sağlık olmadığı bilinse bile günlük hayatımızda gereken enerji ihtiyacının basit ve hız bir yolu olarak rülen şeker ve basit karbonhidrata dayalı bu slıksız sistemler vücudumuzun “acil” enerji ihtiyacını karşılar fakat çaşma sistemi olarak “alkali” beslenme düzeninden 15 kat daha düşük bir randıma sahiptir ve enerji ihtiyacımız için tükettiğimiz  oranda  da  “asidik”  olmamız  kaçınılmazdır.  Bu  sırada  vücudumuz  kendini korumak için “umutsuz” savlar vermeye çalışır ve asidik toksinlerin zararlı etkilerinden korumak in yağ” oranına güvenir. Yani asit ile “yağ” ı birleştirerek kendisini korumaya çalışır; sonuç ise yağ oranı yüksek ve uzun dönemde yağ/asit deposuna dönen sağlıksız bir vücut olur. Kanserin kendi kendine iyilmemesinin nedeni yayılmaya altyapı slayan bu asidik hücre çevre şartlarıdır.

Asit/alkali dengemizi korumak için eğer beslenme aşkanlıklarımızdan kolay kolay vazgeçemiyorsak ne yapmamız gerekir? İlk adım içtiğimiz “Su” ve diğer sıvı içecekleri mümkün olduğunca düzene sokup, sonrasında da çiğ beslenme tarzına “Blender” veya “Juicer” ile blamak olacaktır.

Su, öncelikle asit artıklarının vücudumuzdan yıkanarak atılması için “yeterli” derecede tüketilmesi gereken hayati bir sıvıdır. Doğal kaynaklardan içilen suyun alkali değeri ksek olduğu halde günümüzde şişelenmiş olarak satılan suların pH dereceleri çok yüksek değil,

genelde tr veya asidik değerdedir. Öncelikle ilk hedefimiz en yüksek pH derecesine sahip olan şişelenmiş suları tespit ederek onların kullanımına yönelmek olmalıdır. (y.n. yaptığım araştırmalara göre en yüksek oran pH 8.22 ile SakaSu ve pH 8.05 ile Carrefour marka sulardadır, pH 8.0 değerinden yüksek diğer markaları bulabilen okuyucuların bilgilendirmelerini rica ederiz.)

Kola ürünlerinin ortalama pH değeri 3.0 dır ve tüketimi son derece sağlıksızdır (light, diet, olanlar dahil). Ayrıca sadece enerji ve şeker vermesi için genetik mühendisleri tarafından değiştirilmiş Mısır ???” şurubu ile tatlandırılmış alkolsüz içecekler grubu sağlık sorunlarının başlıca kaynaklarıdır.

Kahvelerin içerisindeki asit miktarı kahve çekirdeğinin yettiği bölgenin asit oranına ve kavrulma derecesine bağımlıdır. Kahveden vazgeçemeyenlerin koyu kavrulmuş “DARK ROAST” kahveleri tercih etmesi gerekir çünkü kahveler kavruldukça asit oranları da DÜŞMEKTEDiR. Yani sanıldığının aksine içimi kolay olan az ve orta kavrulmuş kahveler asidik oran olarak çok daha yüksektedir. Yil kahve çekirdeklerinin yetme ortamlarındaki asidik şartlarda göze andığında öncelikle Sumatra, Brezilya ve Hindistan kahveleri koyu kavrulm olarak (Dark Roast, French Roast, Italian Roast) tarzında tercih edilmelidir. Eğer süt ile içilecekse alkali değerlerine sahip olan soya sütü yada keçi sütü kullanılmalıdır.

Çayın pH değerleri 4.0 ile 6.0 arasında değişiklik gösterebilir. Çay içerisinde bulunan asidik tanin, çay demlendikçe daha da ortaya çıkar. Zencefil çayı ve Yeşil çay kullanamıyorsak, çayı az süreli demlemek ve limon ile içmek asidik değeri şürmek açısından önemlidir.
Kanser tedavisi süresince ve sonrasında kolon bölgemizin mümkün olduğunca temiz olması ve vücudumuzun ihtiyacı olan destekleri mümkün olduğunca kolay alması gerekmektedir. Kolon bölgemizde kirli birikim yaratan, yani bağırsaklarımızda fermente edilen tüm yiyeceklerden sakınılmalıdır; özellikle Et ve Balık.. Gerekli mineral ve vitaminlerin çiğ ve/veya vegan beslenme tarzından en kolay alınabilme yolu ise “Blender” yada “Juicer” dan geçmektedir ve özellikle kanser tedavisi sonrası gerekli organik mineral ve canlı enzimlerin bir sünger gibi vücudumuz tarafından emilebilmesinin en doğru ve hızlı yoludur.

Çiğ sebze suları içildikten 10 15 dakika sonra sindirilir, asimile edilir ve yeni hücre, doku, bez ve organlarımızın yenilenmesi ve beslenmesi için kullanılır. Tüm sindirim işleminin maksimum hız ve minimum efor ile bitirilmesi anlamına gelen “Juicing” ile sindirim sistemimiz dinlenir ve bağışıklık sistemimiz vücuda yeni giren toksik maddeler olmadığından kendisini dokularda  önceden  birikmiş  toksinleri  elimine  etmeye  neltir.  Yani  anafikir  bir  müddet sadece organik sıkılmış sebze, meyve suları içerek sindirim sistemini kapatıp,   vücudu detoksa yönlendirmek olmalıdır.

Blender kullanılarak yapılan “smoothie” lerin ise farklı gerekliliği vardır. Sebze sularında ayrılmış olan “lif” ler blenderda yapılan smoothie lerde bolca bulunur ve kolon bölgemizde temizlik için gereklidir, özellikle yil sebzeler ile yapılmış olanlar.. Yine de “tokluk” hissi veren ve vücudumuzun sadece bir “alışkanlığı olan bu liflere herzaman ihtiyacımız var denemez.

Suyu için kullanacağınız en önemli sebzeler koyu yeşil yapaklı olanlar olmalıdır. Her ne kadar marketlerden tadına alıştıklarımıza benzemese de en yüksek alkali değeri oluşturun sebzeler bunlardır. İçerisine havuç, limon veya elma atılarak tadları kompanse edilebilir yalnız dikkat edilecek nokta bu sıvıları gereğinden fazla tatlı yapmamaktır. Vücudumuz hayat boyu işlenmiş ve tam pişm gıdalardan şeker almaya alışmış olduğundan dolayı meyve ve tatlı sebzeleri mümkün olduğunca az tutarak (kanser tedavisi süresince tamamen kaldırarakdoğru şeker metabolizmasına yönlenmesi için vücudumuza bir rehabilitasyon süresi vermek doğru olacaktır.

Karalahana, Pazı, Kıvırcık, Kereviz, Maydanoz (yüksek vitamin C, bioflavanoidler, demir, mineraller ve klorofil), Salatalık (kabuğu ile), Brokoli, Karnabahar, Brüksel Lahana, Havuç (şeker içeriği için), Zencefil Kökü (anti-inflamatuar özelliğinden), Limon (Yüksek vitamin C & bioflavanoidler) gibi sebzeler “juicing” listenizden eksik olmaması gerekenlerendir.

Vücudumuzun pH dengesini alkali tutmaya yönelik beslenmeye ilkin fikir yaratabilecek bir pH tablosunu da altta vermek istiyoruz. Gördüğünüz gibi yiyeceklerimizin vücutta  yarattığı  asit/alkali  oluşturma  kapasitesi  yiyeceklerin  kendi  pH  derecesi  ile  ilgili değildir. Örneğin bir limon oldukça asidik bir meyve olduğu halde sindirim ve asimilasyon sonrası oluşan son-ürünler vücutta alkali oluşturma potansiyelindedir. Benzer olarak, et sindirim öncesi alkali olarak ölçülebildiği halde vücutta oldukça asidik bir kalıntı bırakır ve hemen hemen tüm hayvansal ürünler gibi asit oluşturucu kabul edilir.


Sağlıklı günler dilerim,
Cengiz Unutmaz

Kaynak:

4 yorum:

Adsız dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
Adsız dedi ki...

alkalileştirme yöntemi olarak beslenmemize çok ucuz olan karbonat ilave edilemezmi. çok ucuz kolay ve etkili bir yöntem olmazmı

gencbakış dedi ki...

Karbonat çok etkili ve ucuz bir alkalin tampondur ,

Adsız dedi ki...

Merhaba , ilk önce bir düzeltme tartaric acid üzüm, muz ve keçi boynuzuunda bulunur. Aruma suyun pH değeri 8.35 olması lazım.