Öğrenilmiş Çaresizlik Nedir? Kim Çaresizliği Öğrenmek İster Ki? -Dr. Deniz Öner

Sirkte fillerin eğitimi 'öğrenilmiş çaresizlik'
Öğrenilmiş çaresizlik kavramını ilk duyduğumda, benim gibi öğrenmeye çok hevesli biri için bile mantık dışı gelmiş ve şaşırmıştım.

Bilgiye, daha başarılı, daha doyumlu bir yaşama ulaşmak için ihtiyaç duymuyor muyduk?

Hepimiz dünyaya gelmemiz için her türlü fiziksel, ruhsal ve sevgi ortamını hazırlamış ebeveynlerle büyüdük.

Okul hayatımızda öğretmenlerimiz, arkadaşlarımız, iş ortamında amirlerimiz hepsi bizdeki büyük potansiyeli ortaya çıkarmak üzere;
"sen yapabilirsin", "sana inanıyorum" , yeterli bilgi ve doğru çaba ile baş edemeyeceğin hiç bir zorluk yoktur diye bizi yüreklendirmişlerdi öyle değil mi?

Bu defa da siz şaşırdınız diye tahmin ediyorum.

Öğrenilmiş Çaresizlik Kuramı, 1970'lerde yaptığı öğrenme deneyleri sonucunda Martin Seligman tarafından ortaya atılan bir kavram. Bugün de halen depresyon modellerinde büyük rol almakta. Çözüm üretememek, seçeneklerin olmadığına inanmak, olumsuz durumları kabullenme, kendini pasifize etme, çaresiz olduğuna inanma durumu.

Deneylerden bir tanesinde;

Bir cam kavanoza pireleri koyup, kapağını kapatır ve alttan ısıtmaya başlarlar.

Rahatsız olup zıplayan pireler küçük kafalarını şiddetle her defasında kapağa vururlar. Bir kaç baş ağrısından sonra kapağı açsanız da artık yükseğe sıçramaktan vazgeçerler.

Fillerin terbiyesinde de benzer bir eğitim var. Bebek filler ayaklarına geçirilen zincirle küçük bir kazığa bağlanırlar. Ne zaman bulunduğu yerden uzaklaşmak istese bileğindeki zincir ona engel olur, bir kaç denemeden sonra o da vazgeçer zaten.

Sirk yangınlarında fillerin neden kaçamadıklarını anlamışsınızdır.
Sirk çadırını yerle bir edecek güçleri olduğunun farkına varmadan, zinciri bileklerinde hissederek yaşar giderler.

Hayvanlar aleminden daha pek çok deneyden söz edebiliriz ama konumuz onlar değil. Onlar fiziki potansiyellerine kapatılan kapak, bileklerine vurulan zincirle çaresizliği öğreniyorlar.

Peki ya biz nasıl çaresizliği öğreniyoruz? Bizim beynimiz nasıl programlanıyor?

"İçe dönük konuşmanın gücü" adlı kitapta okuduğum ve bana ilginç gelen sayılardan söz edeyim size.

"Yaşamımızın ilk 18 yılı boyunca, eğer sıradan makul ölçülerde bir ailede büyümüşsek ortalama 148,000 kez hayır denmiş, ya da neyi yapamayacağınız söylenmiştir.

Buna karşılık neyi yapabileceğimiz, başarabileceğimiz bir kaç yüz kezden fazla değildir" diyordu.

Arasıra bize söylenen "güven" sözleri, tam anlamıyla ara sıradır. Bu üstelik çeviri bir kitap, ülkemizde bu sayıların ne yönde artacağını hepimiz tahmin ediyoruz değil mi?

Koşma düşersin, terlersin, soğuk alırsın... diyerek, elinde sırtımıza konacak mendille peşimizde koşan annelerle yetişen bir nesiliz biz.

Milli yarışmalar için yabancı atlet tranfer edilmesine hayret etmemek gerekiyor değil mi?

"Sakın deneme bile, başarısız olur üzülürsün" denmedi mi? Örnekleri çoğaltabiliriz..

Hepimizin maruz kalmış olduğu ve belki hala da kalmakta olan bu olumsuz programlar aslında çoğunlukla kasıtlı da değildir.

Anne babalarımız (aslında korumak istiyorlardı bizi), kardeşlerimiz, öğretmenlerimiz, okul, iş arkadaşlarımız, reklamlar, haber saatleri bizim bilinçaltımızı programlamıştır.

Siyasetten, spora, iş ve özel hayata tüm ortamlar için aklınıza bir çok örnek geldiğine eminim.

Çok büyük bir kısmı da olumsuz ve bizim zararımıza çalışmaktadır. Savaşmadan; sahaya çıkmadan hükmen yenilmeyi kabullenmemiz gerektiği işlenmekte, inandırılmaktayız.

Tıp araştırmacıları hastalıkların çok büyük bir kısmının da zihnimizin olumsuz programları sonucu teşvik edildiğini söylemekteler.

Neyi yapamayacağımız, başaramayacağımız yüreğimize, beynimize hatta hücrelerimize kadar işledi ve biz de buna İNANDIK.

Bir mikrobiyolog tarafından yazılan "İnancın Biyolojisi" adlı kitapla tanıştım geçenlerde. İlginç bir kaç saptamayı sizinle de paylaşmak istedim.

Beslenme, stres ve duyguları da içine alan çevresel etkilerin temel taslaklarını değiştirmeden genleri değişikliğe uğratabileceği söyleniyor.

Üstelik bu değişikliklerin hücresel hafıza ile bir sonraki kuşağa aktarılabileceği de iddia ediliyor.

Aslında kanser ve kalp damar hastalıklarının sadece %5-10’unda kalıtımın rolü kabul ediliyor.
Epigenetik denilen çevresel faktörlerin genlerimiz üzerinde bugüne kadar bilinenlerden çok daha fazla etkisi olduğu söyleniyor.

Plasebo Etkisini biliriz; Zihin pozitif düşüncelerle sağlığını iyileştirir ve bu durum Plasebo (yalancı ilaç) etkisi olarak adlandırılır.

Tersine zihin negatif düşüncelerle meşgul olduğunda bu sağlığımıza zarar verir.

“Biyolojiniz inançlarınıza uyum sağlar. Güçlü olan inançlarımızın gerçekten farkına vardığımızda özgürlüğün anahtarını ele geçiririz.
Genetik planlarımızı kolayca değiştiremezsek de zihinlerimizi değiştirebiliriz.

Hayatımızı GENLERİMİZ DEĞİL İNANÇLARIMIZ KONTROL EDİYOR… Evet, sadece inançlarımız!” diyor kitapta.

Özetle..

Vücudumuzun ve yaşamımızın kontrolünü tekrar ele geçirebilmek için hücresel hafızamıza kadar kazınmış olan ve yararımıza olmayan programları değiştirmemiz gerekiyor.

Bunun için "olumlu düşünceden" çok daha fazlasına ihtiyacımız var.
Bilinçli zihin ile "olumlu düşünceyi" oluşturmaktayız. Bilinçaltı kayıtlar ise genelde alışkanlıklar ve çoğunlukla öğrenilmiş acizlikle bilincimizi etkisiz kılmaya çalışacaktır.

Çözüm…

Bizi fiziksel veya ruhsal hasta edebilecek, olumsuz programları silmek ve onların yerine olmasını istediğimiz bizi tanımlayan kavramları yüklemekten geçiyor.

KENDİMİZLE DOĞRU SÖZCÜKLERİ SEÇEREK, ŞEFKATLİ, SEVECEN, İLGİLİ, GÜÇLÜ, TALEP EDEN VE KARARLI BİR ŞEKİLDE KONUŞMALIYIZ.

Kader kurbanı değiliz ve her zaman seçeneklerimiz olduğunu unutmamalıyız.

Bu konuda teknik olarak neler yapabileceğmizi başka bir yazıda paylaşmak üzere.

Sağlıkla, sevgiyle kalın.

Dr. Deniz ÖNER

Hiç yorum yok: